Perşembe

Bir sanatçının seyir defteri

Veritas Omnia Vincit sergisinden:
Zor uyku, Tuval üzerine akrilik, 238 x 82 cm.
Hakan Akçura, 2001


Beral Madra, aylar önce beni SODEV öncülüğünde 60 sivil toplum örgütünün düzenlediği “İnsan Hakları 2000” etkinlikleri kapsamında yapımcılığını üstlendiği “Veritas Omnia Vincit” (Hakikat Her Şeyin Üstesinden Gelir) başlıklı labirent sergisine cağırdığında, başıma nasıl bir belayı sardığımı hiç bilememiştim.

Labirent sergisi deyimi, serginin Tepebaşı TÜYAP’ta panolarla oluşturulacak bir labirentin içine işleriyle dağılacak 24 sanatçının izleyenleri bir “hakikati arama labirenti”ne çağırmasıyla ilintili. Her sanatçının üç günlük sergi boyunca birer saat labirentin ortasında izleyicilerle buluşması da cabası olacak...

Olacak da, büyük bela sarmışım başıma; farkedememişim.

Oysa ben başta , bu ülkenin düşüncelerinden dolayı gözaltına alınan, sorgulanan, işkence gören, tutuklanan, yargılanan, hüküm giyen on binlerce insanından biri olarak nasıl da heyecanla hazırlanıyordum sergiye...

İlk önce, bedenimi kullanacağım bir performans düşünmüştüm; labirentin duvarlarına parmaklarımı dayayarak yapacağım. Bilen bilir, iki sorgu arası duvara dikerlerdi bizleri. Çıplak ya da yarı çıplak, gözlerimiz bağlı, kırk beş derecelik bir açıyla bacaklarımızı geriye atıp bedenimizin tüm ağırlığını işaret parmaklarımıza bindirmek zorunda kalarak ve bir ayağımızı kaldırarak... Başka kentlerdeki adı nedir o yoğun tuzlu sıvının bilemiyorum ama yırtıcı bir ironiyle “şeker bombası” denirdi İzmir’de; yuttururlardı zorla ve sırtımıza da bir yafta asarlardı: “yemek yemeyecek, su içmeyecek, tuvalete gitmeyecek!” Saatler ve günlerce düşe kalka, bayıla ayıla dikilirdik direncimizi kırmaya çalışanlara inat, duvarda. Körleme satranç oynayabilenler ve kaldırılan ayağı değiştirmeye izin veren “iyi polislerin” nöbetlerine rastlayanlarımız şanslıydı. Kalkmış ayağı nimet bilip, ayaküstü kızılcık falakası deneyimini artıran “kötü polisler”in nöbetlerine rastlayanlar ise şanssız.

İşte bu, o çarpıcı bir dizi işkence tekniğine göre, görece masum denilebilecek, sanılabilecek yöntemin “görsel etkisini” sunmak istiyordum üç gün izleyenlere; gözlerim bağlı, sadece donum üzerimdeyken dikilerek.

Yine de, tiyatro ve sinemada karşı çıkmak adına bile olsa “işkenceyi yeniden üreten” her sahneye, plana itiraz etmeyi görev bilmiş benliğimle, önce kendime, sonra “ötekilere” sordum, “yoksa, aynı şeyi mi yapmış olacağım?” diye... Öyleymiş. Etkileyiciymiş, “ne yapıyorsun sen yahu!” diye müdahale edeceklere çağrıymış, gizli istek cümleleri varmış, irkilticiymiş, benzer deneyimi payaşanlar içinse dayanılmaz bir çağrışım olabilirmiş. Vazgeçtim.

Sonra, Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne gidip, emniyet amiriyle görüşüp, ona bir teklifte bulunmayı düşündüm. Diyecektim ki, “ben şöyle, böyle bir adamım ve sonuçta bugün sanatçıyım. İşte şu zamanda bir etkinlik var ve orada da bir sergi ve ben katılımcıyım. Düşündüm ki, madem karakollar bu kadar tepki çekiyor, toplum bu kadar korkuyor hala oralardan, hazır konu da insan haklarıyken sizinle elele verip bir iş yapalım. Sizin makam odanıza değil, sorgu odalarınıza ya da nezarethanenize de değil, vitrininize; yani, gelip geçenin uğradığı ve o birkaç hafta önce komşumla kavga edip benim de konuk olduğum kabul, başvuru odanıza bir kamera koyalım. O kamera, üç gün boyunca labirente canlı yayın yapsın. Uyarırsınız memurlarınızı, dikkatli olurlar, zaten ses mes de gitmiyor mekana -aslında gitse ne olacaksa!-... O görüntü labirentte akarken, tam da ekranın altına bir kamera da sizden akan görüntüyü izleyen konuklarımızı çekmek için koyarız labirent duvarına ve onu da size yansıtırız... Mümkün müdür amir bey?”

Gitmedim. Dediler ki, “ohooo sen karakolları ne sanıyorsun! Böyle bir teklife evet ya da hayır diyebilecek yerler mi oraları?! Tantan’a kadar çıkar bu önerin ve bir buçuk ay bekler, sonra da hayır yanıtını alırsın...” Gerçi benim düşünemediğim bu durumu, herkes bu kadar iyi nasıl bilebiliyor hala kuşkuluyum ama, sonuçta önüme gelen bunu deyince el mecbur vazgeçtim. Bir gün belki ben, belki başkası dener diye umutluyum. İyi projeydi bence...

Sonra, web’de gezmeye başladım. İki bine yakın işkenceyle mücadele sitesine girdim. ABD’den Kanada’ya, Şili’den Guatemela’ya, Nijerya’dan Tibet’e ve Türkiye’ye kadar... Belgeler okudum, ifadeler, tutanaklar; resimler gördüm benim bile bazen zorlanarak bakabildiğim... Ne aradığımı bilmiyordum pek desem, yalan olmaz. Bir Şilili ressamın, -o tabii ki yerinde belgelenemeyen- işkence tekniklerini temsili olarak çizdiği bir sayfada takıldım kaldım. Resimlerden birinde, her birinin ayrı bir görevi ve “üretim aracı” olan beş işkencecinin tel somya üzerinde bedenine elektrik verdiği bir kurban resmediliyordu gerekli açıklamalar eşliğinde. Çok tanıdıktı, bildikti her şey. O yalın ve çarpıcı temsili resmin büyük boy dijital baskısını labirente asmak istedim. Gerekli perspektifi vermem için bir “değirmi pano” gerekecekti. Beral Madra’dan isterdim. Sonra kurban dahil herkesin kafasını oymak ve isteyenin istediği rolü üstlenebileceği bir potansiyeli sergilemek kalırdı geriye! Fotografı çekilmek üzere; adını ister İstanbul, ister Türkiye, ister “İnsan Hakları 2000”, isterse de 10 Aralık 2000 hatırası derdi. Emindim de nedense, kafasını o deliklerden sokacak birkaç kişinin olacağına.

“Hikayesi fazla mıydı? İronisi haksızca mıydı? Grotesk miydi?” diye sora sora insanın içi de kurur, niyeti de!

O istek ve niyet kururken içimde, tüm bunları düşündüğüm yerde, bilgisayar başındayken, sağ duvarıma asılı resmim bana sürekli kendini hatırlattı. Bir de üç ayı aşkın zamandır sürdürdüğüm “Aynalarımı İstiyorum” etkinliğim...

O etkinlik, evet bir tür “hakikat arama çabasıydı”. (Çok sevdiğim bir sanatçı arkadaşım bu etkinliğe “sıradışı” dememe çok kızmış; yeni öğrendim. Çok düşündüm üzerinde ama belki de haklı. Ben ne kadar sadece, farklılığını vurgulayarak çağrımın görülebilir, okunabilir, bulunabilir, seçilebilir olması gibi bir duyuru yapmak derdindeysem de, “sıradışı” demek “sıradan” diye bir sıfatın gizli varlığını da imliyor. Haklı.) Tek başına bu etkinliğin duyurusunu (ve aslında benim ürettiğim yaratımın tamamını) bu sergiye taşımak elde bir çözümdü ve “hatalı değildi” bu seçim.

Peki, duvardaki resim ne, diyeceksiniz. Adı “Zor Uyku”. Büyükçe bir “tuval üzerine akrilik” resim. Bu yaz onu “yaptığım” zamanların ve sonuçta ortaya çıktığı halin, “Aynalarımı İstiyorum” etkinliğinin beni düşürdüğü birden fazla çukurdan çıkmamı sağlayan bir gücü ve anlamı oldu. Utanmadan hayatımda yaptığım en güzel resim dedim ona bir yerlerde, birilerine. (ParalaX’ta da yazdım mı bunu acaba?) “Benim kendime aynam”dı o resim ve enlemesine bir bedeni soyut bir mekanda ve başı bir aynanın yanında gösteriyordu. Kimilerinin iki beden dediği bir bedeni; kimilerinin kadın, kimilerinin erkek dediği bir bedeni; kimilerinin çok acı çektiğini düşündüğü, kimilerinin huzur içinde olduğunu düşündüğü... Labirentin bana ayrılan koridorunun bir yanına duyurumu asıp, karşısına da “Zor Uyku”yu asmaktan beni kim alıkoyabilirdi ki!

Karar verdim onları sergileyeceğim.

Karar verdim, ellerimize kan bulaşmadan önce, bulaşırken ve cinayetin ertesinde, kendini “hiç de üzerine düşeni yapmış hissedemeyecek” olan benliğim irkiltmek de, sürpriz bir raslantısallığın çarpıcılığıyla etkilemek de, ironi de istemiyor bugün! O zor uyuduğunu itiraf edecek.

Aynalarını arayacak bu ülkenin!

Çünkü, ya biri ölürse bu gece, yarın gece, perşembe gecesi ya da tam açılış gecesi -tam da biz elimizde içkiler dedikoduya dalmışken-, sergide bizi bulan ve soran izleyicilerle sohbet ederken, hatta sergiden sonra... diye içim kan ağlıyor yine! Ya biri, ikisi, üçü, onlarcası ölürse o insanların, yine ölüm oruçlarında?!

Kandırmayalım kendimizi... Hepimiz biliyoruz yine bilmem kaçıncı ölüde, o da göstermelik bir uzlaşmaya girecek siyasal iktidar ve çoğumuz bir sonraki açlık grevleri, ölüm oruçları, işkenceler için gün saymayacak ve unutacak yine her şeyi!

Eğer ölümse, çaresizlikse, hepimiz kana bulanmanın eşiğindeysek yine bu ülkede, tam da HAKİKAT dediğimiz şey, eskileri gibi yeni CİNAYETLERİN de ÜSTESİNDEN GELEMEMİŞLİĞİMİZİN ADI değil mi ŞİMDİ?

Hakan Akçura

Sanatçının “Görsel Kültür Arşivi” ParalaX’da 7.12.2000 tarihinde yayınlanan yazısı

Veritas Omnia Vincit sergisinden:
Müdahale edilmiş bir sanat etkinliği çağrısı, Hakan Akçura

(103,5x72 cm.; fotoblok üzerine karışık teknik; 2000)

Hiç yorum yok: